Efendimiz, peygamberlik görevini üstlenmeden önce Arap Yarımadası'nda en geçerli olan şey, güzel konuşmak (hitabet) ve başta şiir olmak üzere güzel söz söylemekti. Çünkü insanların çok büyük bir çoğunluğu okuma yazma bilmediği için, değer verdikleri güzel sözleri ve gurur duydukları hâdiseleri şiir gibi güzel sözlerle muhafaza etmek zorundaydı. Bu yüzden kabileler içindeki şair ve hatipler (güzel ve tesirli konuşan kişiler), onların millî kahramanları gibi saygı görüyordu. Hatta bazı kavimler, şair veya hatiplerin bir sözü üzerine birbiriyle savaşır, bazen de onların tek bir sözüyle savaşa son verirlerdi. Bu arada şair ve hatip olan yedi kişinin kasidesi (şiiri) altın harflerle Kabe duvarına yazılmıştı. Ve Araplar onlarla büyük gurur duyuyordu, işte böyle bir zamanda Kur'an nazil oldu. (Allah tarafından gönderildi.) Ve bütün edipleri (şair ve hatipleri) îmana davet ettikten sonra, Kur'andaki âyetlerle boy ölçüşmeye çağırdı. Ancak bu ediplerden hiçbiri, Kuran âyetleriyle yarışamadı ve ona karşı mağlup olarak sesini kısmak zorunda kaldı. Hatta şiirleri altın harflerle Kabe duvarına yazılmış olan Lebid adlı bir edibin kızı: "Kur'ana karşı bu yazıların hiç bir değeri kalmadı" diyerek, babasının şiirini bizzat kendi elleriyle Kabe duvarından indirdi.
Kur'an, bütün bu kâinatı (evreni) yaratan Rabbimizin kelâmı (sözü) olduğu için, hiçbir zaman yanılmadı. Kur'anda yazılan herşey, bu güne kadar doğru çıktı. Ve 1400 sene önce nazil olmasına rağmen, her geçen gün daha da tazelenerek kendini ispatladı. İster âlim olsun isterse câhil, onu dinleyen herkes, Kuranın bütün yazılanlardan farklı ve güzel olduğunu hemen anlıyordu. Çünkü o insanların değil, insanları ve bütün kâinatı yaratan Rabbimizin sözleriydi. Diğer peygamberlerin mukaddes kitapları olan Tevrat ve İncil, insanlar tarafından, defalarca değiştirilmesine rağmen, Kur'an'ın tek bir harfine bile dokunulmadı. Çünkü Allah, (Peygamberimizi koruduğu gibi) Kur'anı da bizzat kendisinin koruyacağını (yani ona hiç kimsenin dokunamayacağını) belirtiyordu.
Değerli kardeşlerim.
Bildiğiniz gibi, eczaneden ilaç aldığımızda ilk yaptığımız şey, o ilaç kutusu içinde yazılanları okumaktır. Çünkü şifa bulmak ve dertlerimizden kurtulmak için, o ilacı yapan firmaların tavsiyelerine kulak vermek gerekir.
İlacı yapanlar, o ilaçların sabah akşam birer tane alınmasını tavsiye etmişse, bizim de öyle yapmamız gerekir. Aksi taktirde: "Ben bir an önce iyileşeyim" diyerek günde beş on tane alınırsa, hiçbir fayda görülemeyeceği gibi, belki de insanın ölümüne yol açabilir.
Ya da: "Hastalıktan kurtulmak ve sağlığınıza kavuşmak için, bu ilaçtan günde beş tane almalısınız" deniyorsa, tembellik veya cimrilik edip günde iki tane almakla şifa bulunmaz.
İşte insanları yaratan Rabbimiz de, bizim gerçek mutluluğa (Cennet'e) erişmemizin formülünü Kur'anda belirtmiş ve bize göndermiştir.
Mesela: "Cennet'e kavuşmak ve ebedîyyen mutlu olmak için, günde beş vakit namaz kılmalısınız" demiştir. Bizler, eğer O'nun bu sözüne kulak vermez veya tembellik ederek günde üç defa kılarsak, elbette beklediğimiz mutluluğa ulaşamadığımız gibi, büyük bir ihtimalle de ceza görebiliriz.
Veya Allah Kur'anda: "İçki haramdır, sakın yanaşmayın!" demişse, Rabbimizin o emrine kulak asmamakla hem dünya hayatımızı, hem de âhiret saadetimizi mahvedebiliriz.
Kur'anı bir pusulaya da benzetebiliriz.
Bizi Cehennem'e düşmekten kurtaran ve Cennet'e ulaştıran bir pusulaya.
"Benim pusulaya ihtiyacım yok, ben gökteki yıldızlara bakıp yolumu bulurum" diyen bir kaptan, havanın bulutlanmasıyla yolunu nasıl kaybeder ve fırtınalı denizlerdeki gemisini kayalara parçalatıp denizin dibini nasıl boylarsa, "Benim Kur'ana ihtiyacım yok, benim aklım bana yeter" diyen insanlar da Cehennemin dibini öyle boylayabilirler.
Bizler, Allah'ın hediye ettiği o pusulanın kıymetini çok iyi bilenlerdeniz, öyle değil mi?